İlkokuldan itibaren öğretilir;
insan sosyal bir varlıktır. Önce insan olduğunu öğrenirsin, sonra sosyal bir
varlık olduğunu. İnsansındır, ve senin gibilerle, diğer insanlarla yani,
birlikte yaşama ihtiyacı duymaktasındır.
Yaşın ilerledikçe insanlığının yalnızca “insan” sıfatıyla
bitmediğini fark edersin. Etrafındakiler yine hep insandır, evet, ama
çoğunlukla sana dikte edilenler, azlıkla da kendi yaşadıkların neticesinde bir
insanı yalnızca insan olarak görebilmekten uzaklaşırsın; major insan kimliğinin
altındaki minor sıfat çeşitlenmelerine takılır hale gelirsin. Kendine, yine
çoğunlukla çevrence sana layık görülüp dikte edilenler, azlıkla da kendi fikir
ve çıkarımlarına dayanarak bir kimlik yakıştırıp edinirsin ve sosyal bir
varlığın toplum içi asosyalleşme oyununa başlarsın. Etiketlerinin senin
etiketlerinle iyi bir kombin oluşturmadığına inandığın [- kafanda o şekilde
kodlatılmış olan] kim varsa kendi sosyalliğinden itmek, onunla ortak bir
sosyalliği paylaşamayı reddetmek kendini var etmenin altın kurallarından biri
olmuştur artık. Sosyal var oluşun temel şartlarından biri de içinde bulunduğun
gruptan kabul görmektir çünkü, ve sen “karşıt” taraflarla samimileşerek kafa
karıştırmak istemezsin.
Bu karşıt taraf mevzuu başlı başına kafa karıştırıcı bir durum
ama. Çoğu zaman asıl mesaimiz olan karşıtlarımızı teşhis ve ötelemeden fırsat
bulup sorgulayamadığımız bir nokta olarak; kimler kimlerin hayrına belirlemiş
bu karşıtlıkları? Kim neden istemiş herkes yekpare bir insan bütünlüğü içinde
olabilecekken vatandaşlıklara, milliyetlere, din kardeşliklerine bölünmüş olmak
yetmiyormuşçasına bir de onların içinde sınıfsal parçalanmalar yaratmayı?
Bizim 3 tarafı denizlerle çevrili
cennet [ve tutkuyla sevilen ve yalnız ve güzel -] ülkemizde tarımsal ürün,
iklim ve bronzlaşmayıp kızaran rus turistten sonra en zengin çeşitliliğe sahip
şeydi mesela toplumun içindeki küçük küçük sınıflar.